pattern

SAT Sınavı için Temel Kelime Bilgisi - Zarar ve Tehlike

Burada, SAT'larınızda başarılı olmak için ihtiyaç duyacağınız "tehlikeye atmak", "toksiklik", "aşındırıcı" gibi zarar ve tehlike ile ilgili bazı İngilizce kelimeler öğreneceksiniz.

review-disable

Gözden Geçir

flashcard-disable

Flash kartlar

spelling-disable

Yazım

quiz-disable

Quiz

Öğrenmeye başla
SAT Exam Essential Vocabulary

to put something or someone in danger

tehlikeye atmak

tehlikeye atmak

Ex: Ignored warnings jeopardized the safety of those involved .Göz ardı edilen uyarılar, ilgili kişilerin güvenliğini **tehlikeye attı**.

to endanger a person or thing

teklikeye sokmak

teklikeye sokmak

Ex: Continuous disregard for safety measures is imperiling the workplace .Güvenlik önlemlerine sürekli olarak aldırmamak, iş yerini **tehlikeye atıyor**.

to indicate a potential danger or risk to someone or something

tehdit etmek

tehdit etmek

Ex: The lack of cybersecurity measures could threaten the integrity of sensitive information .Siber güvenlik önlemlerinin eksikliği, hassas bilgilerin bütünlüğünü **tehdit edebilir**.

to put someone or something in danger, particularly by being careless

tehlikeye atmak

tehlikeye atmak

Ex: Ignoring health warnings can compromise one 's overall well-being .Sağlık uyarılarını görmezden gelmek, bir kişinin genel refahını **tehlikeye atabilir**.

to cause or impose something unpleasant, harmful, or unwelcome upon someone or something

bir şeyi zorla kabul ettirmek

bir şeyi zorla kabul ettirmek

Ex: The war inflicted lasting trauma on the survivors .Savaş, hayatta kalanlara kalıcı bir travma **yaşattı**.

to cause pain, suffering, or distress, often as a result of illness, injury, or hardship

ızdırap vermek

ızdırap vermek

Ex: War has afflicted the region for decades , leaving a legacy of destruction and suffering .Savaş, on yıllardır bölgeyi **kasıp kavurdu**, yıkım ve acı mirası bıraktı.

to make a place, substance, etc. dirty or harmful by adding dangerous material

kirletmek

kirletmek

Ex: Oil spills can contaminate beaches and marine ecosystems , causing extensive environmental damage .Petrol sızıntıları plajları ve deniz ekosistemlerini **kirletebilir**, geniş çevresel hasara neden olabilir.

to create problems for someone, resulting in hardship

zahmete sokmak

zahmete sokmak

Ex: The ongoing health issues troubled her , affecting both her physical and mental well-being .Devam eden sağlık sorunları onu **rahatsız etti**, hem fiziksel hem de zihinsel sağlığını etkiledi.
to mar
[fiil]

to cause severe damage or destruction

ağır hasar vermek, yok etmek

ağır hasar vermek, yok etmek

Ex: The economic crisis marred the company 's profitability for several years .Ekonomik kriz, şirketin karlılığını birkaç yıl boyunca **zedeledi**.

to make someone or something weaker or less effective

güçsüzleştirmek

güçsüzleştirmek

Ex: Malnutrition can debilitate a child 's growth and development , leading to long-term health issues .**Yetersiz beslenme**, bir çocuğun büyümesini ve gelişimini zayıflatabilir, uzun vadeli sağlık sorunlarına yol açabilir.

to kill large groups of people

çoğunu öldürmek

çoğunu öldürmek

Ex: During the war , conflicts decimated the soldiers on the front lines .Savaş sırasında çatışmalar cephedeki askerleri **kırdı geçirdi**.
to ambush
[fiil]

to wait in a concealed location and launch a surprise attack on a target

pusuya yatmak

pusuya yatmak

Ex: During the military operation , soldiers were positioned to ambush approaching enemy forces .Askeri operasyon sırasında, askerler yaklaşan düşman kuvvetlerine **pusu kurmak** için konumlandırıldı.
to ravage
[fiil]

to cause severe destruction or damage

yakıp yıkmak

yakıp yıkmak

Ex: Economic crises can ravage a country 's financial stability and well-being .Ekonomik krizler, bir ülkenin finansal istikrarını ve refahını **tahrip edebilir**.
to sully
[fiil]

to degrade or tarnish something pure and perfect, especially the reputation of someone

alnına leke sürmek, iftira atmak

alnına leke sürmek, iftira atmak

to make people believe someone or something is not trustworthy or reliable

itibarsızlaştırmak, güvenilirliğini sarsmak

itibarsızlaştırmak, güvenilirliğini sarsmak

Ex: Political rivals tried to discredit his leadership by highlighting past controversies .Siyasi rakipler, geçmiş tartışmaları vurgulayarak onun liderliğini **itibarsızlaştırmaya** çalıştı.
to debunk
[fiil]

to reveal the exaggeration or falseness of a belief, claim, idea, etc.

maskesini düşürmek

maskesini düşürmek

Ex: In his documentary , the filmmaker aimed to debunk conspiracy theories surrounding a famous historical event .Belgeselinde, yönetmen ünlü bir tarihi olayla ilgili komplo teorilerini **çürütmeyi** amaçladı.
toxicity
[isim]

the harmful effects or potential for harm caused by a substance to living organisms or the environment

toksiklik

toksiklik

Ex: The scientist developed a method for measuring the toxicity of wastewater discharged into rivers .Bilim insanı, nehirlere boşaltılan atık suların **toksikliğini** ölçmek için bir yöntem geliştirdi.
plight
[isim]

an unpleasant, sad, or difficult situation

kötü durum

kötü durum

inoffensive
[sıfat]

unable to cause harm

zararsız

zararsız

menacing
[sıfat]

appearing threatening or dangerous

tehdit edici

tehdit edici

Ex: A menacing figure stood at the end of the alley .Tehlikeli görünen bir figür sokağın sonunda duruyordu.
hazardous
[sıfat]

presenting danger or threat, particularly to people's health or safety

tehlikeli, riskli

tehlikeli, riskli

Ex: The hazardous materials spillage required immediate evacuation of the area .**Tehlikeli** malzemelerin dökülmesi, bölgenin derhal tahliye edilmesini gerektirdi.
inimical
[sıfat]

not useful for friendly relations or mutual cooperation

arkadaşça olmayan

arkadaşça olmayan

Ex: The inimical comments made by the politician towards minority groups sparked outrage and condemnation from the public .Politikacının azınlık gruplarına yönelik **düşmanca** yorumları, kamuoyunda öfke ve kınamaya yol açtı.
poisonous
[sıfat]

characterized by a strong intent to harm or cause trouble

zehirli, kötü niyetli

zehirli, kötü niyetli

Ex: The politician 's poisonous rhetoric fueled division among the constituents .Politikacının **zehirli** retoriği seçmenler arasında bölünmeyi körükledi.
corrosive
[sıfat]

having the ability to cause damage or destruction, especially through chemical reactions

aşındırıcı

aşındırıcı

Ex: The corrosive influence of negative thinking can undermine mental health .Olumsuz düşüncenin **aşındırıcı** etkisi, zihinsel sağlığı zayıflatabilir.
noxious
[sıfat]

damaging to health both physically and mentally by being poisonous or unpleasant

zararlı

zararlı

inhospitable
[sıfat]

providing an environment where life or growth is difficult or impossible

konuk sevmez

konuk sevmez

Ex: The area 's inhospitable soil could n't support the crops they tried to plant .Bölgenin **yaşanmaz** toprağı, ekmeye çalıştıkları mahsulleri destekleyemedi.
susceptible
[sıfat]

easily affected by external factors

çabuk etkilenen

çabuk etkilenen

Ex: Patients undergoing chemotherapy are advised to avoid live virus vaccines as their immune systems are more susceptible to active infections during treatment .Kemoterapi gören hastaların canlı virüs aşılarından kaçınmaları önerilir, çünkü bağışıklık sistemleri tedavi sırasında aktif enfeksiyonlara karşı daha **duyarlıdır**.
inviolate
[sıfat]

not affected, and immune to harm, change, disrespect, or destruction

kutsal

kutsal

Ex: The rights of the individuals were upheld inviolate, ensuring no infringement occurred.Bireylerin hakları **dokunulmaz** tutuldu, hiçbir ihlal yaşanmadığından emin olundu.
innocuous
[sıfat]

not likely to cause damage, harm, or danger

incitmeyen

incitmeyen

Ex: The chemical used in the cleaning solution was innocuous when diluted properly .Temizleme solüsyonunda kullanılan kimyasal, doğru şekilde seyreltildiğinde **zararsızdı**.
ominous
[sıfat]

giving the impression that something bad or unpleasant is going to happen

uğursuz

uğursuz

Ex: His silence during the meeting felt ominous to everyone in the room .Toplantı sırasındaki sessizliği odadaki herkese **uğursuz** hissettirdi.
devastating
[sıfat]

causing severe damage, destruction, or emotional distress

yıkıcı

yıkıcı

Ex: The hurricane had a devastating impact on the coastal town .Kasırganın sahil kasabası üzerinde **yıkıcı** bir etkisi oldu.
lethal
[sıfat]

capable of causing death

öldürücü

öldürücü

Ex: The doctor warned that the patient 's cancer had progressed to a lethal stage , with limited treatment options available .Doktor, hastanın kanserinin **ölümcül** bir aşamaya ilerlediğini ve sınırlı tedavi seçeneklerinin olduğunu uyardı.
treacherous
[sıfat]

dangerous for not being stable or reliable

tehlikeli

tehlikeli

irreparable
[sıfat]

impossible to become fixed or right again

onarılamaz

onarılamaz

catastrophic
[sıfat]

causing a great deal of harm, suffering, or damage

felaket getiren

felaket getiren

Ex: The catastrophic loss of biodiversity threatens the stability of ecosystems worldwide .Biyoçeşitliliğin **felaket** boyutundaki kaybı, dünya çapında ekosistemlerin istikrarını tehdit ediyor.
SAT Sınavı için Temel Kelime Bilgisi
LanGeek
LanGeek uygulamasını indir